19 Ağustos 2018 Pazar

Anahtar Kapının Üstünde

Kolay mıdır öyle kolayca kapıyı çekip çıkabilmek? Sanki kapının ardında bedenin hariç her şeyin kalır gibi bir yer terk ettiğinde. İnsan bir yeri terk etmeden önce kendini terk eder esasen. Kısaca yollarda taşların arasından topladığı kırıntıları bırakıp çapıp çıkmak işte kapıyı. Nasıl yapacaksın ki? Yıllarca her akşam gelmişsin o eve, bakmışsın bir iki fotoğrafa, belki bu dünyadan göçmüş birinin silüetiyle rakı içip iki kelam etmişsin sofrada. Anahtarı başkasına vermektense kapının üstünde bırakıp gitmeyi tercih etmişsin, terk etmiş ama aslında edememişsin. Kararlı kararsız adımlar atıyorsun ilk defa o evin yolunda. Elinde o çerçeve, yanında o silüet yürüyor. Zaten kaybetmişsin kaybedeceğin kadar. Bir gün o eve dönmek isteyeceksin; fakat anahtar kapının üstünde. Evin içinde kalmış güvendiğin ve sevdiğin her şey. O kadar da kolay değilmiş kapıyı çarpıp çıkmak. Akşam yine oraya döneceksin unutup. Alışmaya çalışma süreci bir de. Sonra bir gün gide gele yine yollarda taşların arasından bir şeyler toplamaya başlayacaksın. Kaç hayat daha yaşayacaksın kim bilir? Bir gün yeni bir anahtarın olacak..

12 Mart 2018 Pazartesi

Hırsızlar

Dört duvar arasında itilip kakılmış, saçları 3 numaraya vurulmuş kimsesiz küçük bir çocuk. Sıkışıp kalmış  koskoca gökyüzüyle koskoca yeryüzünün arasında bir yerlerde. Küçümecikken kesilmiş tüm umutları, bir balonu bile uçurmak istemeyecek kadar büyümüş yer-gök arasında bir kaldırım kenarında. Şimdiden dolanmış ağzına 'ölüm, toprak, gözyaşı' ve daha niceleri... Küçücük elleriyle kime ne yapmıştı da böyle bir hayat ona layık görülmüştü ? Çocukluğunu sormadan alıp çekip gidenler kaldırımın kenarında bırakmıştı miniği. Kimse dönüp bakmadı ardına, adımlarının ardındaki tozda boğuldu çocukluğu götürülen küçüğün sadece nefes alabildiği, bir lokma ekmeğin geçmediği boğazı. Uçan kuşlarla haber yollardı aklınca yalnızca ağızlara pelesenk olmuş 'tanrı'ya; onu da görsün diye. Oysa o daha doğduğu anda ondan almıştı tanrıların tanrısı(!) sahip olduğu ve olabileceği her şeyi!
  Küçük hep küçük kalacaktı ne de olsa. Büyüyecek olan tek şey sorgusu, suali ve öfkesiydi. Nedendi bunca adaletsizlik ? Bir çocuğun elinden hayallerini almak onu dipsiz bir kuyuya atıp orda saklambaç oynamasını söylemek ve saymayı asla bitirmemektir. Çocuk sayım bitmeden çıkmaz saklandığı yerden. Çocuk, çocuktur çünkü. Küçüktür, küçücük minicik elleriyle gözlerini kapattığında görülmediğini bile zanneder ÇOCUK.
   Yıllar geçer de üstünden bir gün kaldırımın kenarından ayağa dikilirse çocuk ve gücünü hissederse bütün eklemlerinde ve iliklerinde, o gün bütün hırsızlar geri gelir kaldırımın kenarında çocuğun karşısına çıkarlar bütün çirkinliğiyle, bütün utanmazlığıyla gülüverirler çocuğun yüzüne. Doğduğu anda canı hariç her şeyini, çocukluğunu, hayal gücünü, süt dişlerini bile çalanlar gün gelir dolanırlar etrafında soydukları hayatın. Kimseye kötülük yapmamış minicik eller gün gelir tüm hırsızların bir gün boğazını sıkarken olağan gücüyle kullanılır. Hiçbir hırsız hesap edemez birinden çaldıklarının mağduru nasıl güçlendireceğini. Her hırsız giderken bir şeyler götürdüğünü zannederken çok şeyi verir aslında. Kiminin çocukluğunu, kiminin annesini, kiminin de babasını, hayallerini, bir balonu uçurma isteğini çalar giderler onlar. Herkesin inandığı o tanrıların tanrısı(!) da küçücükken çocukluğunu çalıp gitmişti onun. İsyan nedendir diye sormaya kimsenin hakkı yoktu. İsyan mağduriyetin en büyük çığlığıydı!

21 Eylül 2017 Perşembe

Meczup bu yüzden meczuptu

Uyanmak istemedi hiçbir sabaha meczup. Her uyandığında lanetiyle doğdu gün,  öyle de lanetli battı. Sesini kimse duymadı meczubun, kimse anlatmak istediklerini anlamadı; herkes kendi istediğini anladı. Konuşamadı meczup. Konuşamadıkça yazdı, yazdı, yazdı.. Bir süre sonra kalemi tükendi, defterinde sayfası kalmadı. İçine attı meczup, içine yazdı anlatacaklarını. Kimsesi yoktu çevresinde tonlası varken bile. Ona göre sahteydi herkes, herkesin yüzünün gülümsemesi sahteydi, menfaat üzerine kuruluydu bütün yaşantıları. Kimse anlamazdı mesela ölümden. Ölenin arkasında kalmak nedir bilmezdi kimse. Oysa meczup bu yüzden meczuptu. Faili meçhuldü, katil zanlısı bulunamazdı onun. Onun katili içindeydi. İçine attıklarının öznesiydi katili. Aşıktı meczup katiline, şikayet edemezdi ağzını açıp da. İnanırdı ölecekse de onun elinden olmasının onu ölüme gülerek götüreceğini. Yaşayan ölüydü meczup. Katili ise öldürüp kenara atmıştı sadece. Devam ediyordu hayatına hem de hız kesmeden. Diyorum ya; meczup bu yüzden meczup olmuştu zaten. Zira o ölse de katili yaşasın isterdi. Ölümünden çok onu boğazlarken boğazına değeceği ellerini düşünürdü o. Meczup anlatamadıkça biriktirdi. Anlatamadıkça öfkelendi, anlatamadıkça parladı. Kimi zaman bağırır çağırırdı, 'DİNLEYİN BENİ!' derdi. İnsanlar suratına bakar, bakar sonra yollarına devam ederdi. Kimisi koyardı avcunu çenesine, dinler gibi yapardı ardından sırtını sıvazlar ve giderdi. Meczubun kaderi terkedilmekti. O hep kalan olmuştu, o hep gidene el bile sallayamayan olmuştu. Diyorum ya, meczup bu yüzden meczup olmuştu zaten. Sallayamadığı eline aldığı bir aletle vurdu meczup kendini. Kanından önce içine yazdıkları savruldu her bir yana. Meczup veda ederken giden bile olamamıştı, kalan kimse yoktu ki.. Meczup bu yüzden meczup olmuştu. Ve meczup bu yüzden ölmüştü..

17 Ocak 2017 Salı

Bir Çiçek

Kış gününde içinin alev alev yanıyor olmasından mıdır bu çıplaklığı yüreğinin ? Dengesizleşmiş bütün o bildiğimiz dengeler. Yerle bir, kanla revan içinde içimizin bütün oluşumları. Kırık dökük ve bir daha sanki kimse oraya gelip bir inşa için uğraşmayacak. Zaten bütün yıkımların başında yok mudur en büyük hayaller? Bütün uğraşlar, bütün emek hep hayalinin peşinde koşmaktan. İşte bu kadar. Bütün yorgunluğum, bütün kırık döküklüğüm. Ben de bir zamanlar hayalleriyle yaşayan bir insandım. Ben de bir zamanlar en güzel perdelerle süslenmiş camları olan bir bina inşa etmiştim içimin en güzel manzarasında. Ve hâla ufak bir umut, ufacık. Bitmesine izin vermek istemediğim, giderse yıkık dökük olacağım bir umut daha. Hep bu sefer son diyerek yola koyulup yolun yarısında kaybettiğim umutlarımın sonuncusu. Son değil. Biliyorum. Fakat, hala o binanın kalan son çiçeği camında durmakta. O çiçek sensin. Bütün yıkımlardan geriye kalan tek, biricik çiçeğim benim. Umudumla suladığım, hayallerimin kalan tek izi..
    Yıkımlara rağmen ayakta durmaya çalışmak, her gece bir başka bitişe ağlayıp gün ışıdığında tekrar hayaller kurmak. En zoru pes etmemek zorunda kalmak. Gücünü hüznünü saklayarak göstermeye çalışmak ve bunun anlamsızlığı. Bütün anlamlardan yoksun bir kapalılığım var bugün. Bütün imgelerin cümlelerimde varolduğu, tasarılarımın içindeki küçücük umut. Umuda sarılı bir hayat. Bütün gökkuşaklarının içinde bir renk sadece, sen ona sarı de. Sararmaya yüz tutmuş bütün yapraklarım, dökülüyorum. İşte sen o ağaçta kalan en son, en çok direnen yapraksın.. Umudum. Gözümün son ışıltısı. Sen gitme!


17 Mayıs 2016 Salı

Gökkuşağı

Durulmayan fırtınalardan akıntılara doğru kayıp gider insan çoğu zaman. Hangi rüzgara kapıldığını bilmeksizin savrulur içindeki yangının külleri bir oraya bir buraya. Her güneşin ardında bir yağmur var diye üzülürken düşünülmez yağmur sonrası gökkuşağı. Her gözyaşı sonrası gülümsemeler oturuverir suratına yalandan da olsa. Kaybolmuş gibi hisseder çoğu zaman yıllardır nefes alıp verdiği yerde. Kaybeder çocukluğunun masumiyetini, unutuverir dizlerini kanattığı yokuşları. Kaybedilir mi bütün kazanılanlar ? Peki kaybettiklerini kazanır mı insan bir zaman sonra ? Dönüşünün olmadığını bile bile bekler mi bir şeyleri ?
Her giden gelmez. Her kayboluş, yeni bir yol buluştur. Aynı bozkıra çıkmasa da yollar, yeni ses, yeni nefes demek buluşlar. Dayanmak zorunda hisseder, bazen de kaçıp kurtulmak, saklanmak.  Öyle ki, noktası bile olmadığı bir tümcede özne olmaktır tek dileği. Kaçıp kurtulmak istediği hayattan kopamama içgüdüsü. Sanki bırakırsa dökülecek bütün domino taşları. Bırakmamak zorunda gibi. Gerçeği gördüğü halde yalanlara sarılarak avunmak belki ömrü boyunca yapabileceği en iyi iş. Sonu hep aynı. Sonlar hep hazin. Mutlu bir sona rastladınız mı hiç ? Mutluysa sonu olmamalı hiçbir hikayenin. Pamuk prensesle prensin mutluluğu daim olmalı örneğin. Türlü türlü aforizmalar..
Sonu gelmez ya bazı yazıların, dökülmez ya bazı hisler hiçbir kağıda. Ağzımızdan bile çıkamaz bazı kelimeler, yutkundukça geçecek umudu bir nevi insandaki. Yutkundukça geçecek diye umut etmekteyim, sonu yok..


23 Mart 2016 Çarşamba

Silüet

Paslı anahtarları olan, tozlanmaya yüz tutmuş bir dertler silsilesi. İçe atılmaktan, saklanmaktan gün yüzüne çıkmaya korkan utangaç sıkılganlıklar. Bütün maskeli balolarda taktığı 'mutluluk maskesi' yüzüne cuk oturan bir yalnız. Sahteliklerden sıkılmışlığım en gerçek hissiyatım. Arasam da bulamadığım çok eski bir sıcaklık. Gelmeyeceğini bildiğim halde her yeni sabaha daha çok umutlanarak bakar haldeyim. Rüzgarların getireceği o özel kokuyu özler gibi.. Kelimelerin dökülemeyecek kadar kifayetsiz kalışı var anlatmak istediklerimde. Dökülüyor, bazen gözyaşıyla bazen de acıya gülerek. Gördüğüm her yüzde bir kadının yüzünü arıyorum. Silüetini arıyorum o soyutlanmış ve somutlanamayacak kadar güzel şefkatin. Güneşten daha sıcak, uzaydan büyük dediğimiz o tarifi namümkün sevgiyle uyanılan, eksik olmayan sabahlar. Uzaydan büyük sevginin boşluğu o uzay boşluğundan da milyonlarca kat fazla.
Kuyunun dibine bakarken ayağım kaymışçasına çakılıyorum yere. Eksikliğimi her şeyi fazla yaşayarak yok etmeye çalışsam da yok, öyle bir boşluk ki.. Memleket sıcaklığını özlüyorum sanki gurbette. Hoşçakal diye el sallayamadığım, görüşürüz deyip sarılamadığım bir veda. Çocukken dizimi kanattığımda ertesi güne kalmaz kabuk bağlardı, anlıyorum ki eksikliğin açtığı o yara yıllar geçse de taptaze. Tek kelime değdiği zaman dahi sızlayan, gözyaşımın tuzuyla canımı yakan bir yara. Kaybetmek değil, kaybetmemek ama bir daha da bulamamak. Yarınlara sevgi dolu değil, eksikliğin fazlalılığıyla uyanmak. Yüreğimde hissetmekte zorlandığım sıcaklık bir yana, unuttuğum bir yüz, duysam kulaklarımın pası silinecek bir ses, içime çeksem o yarayı geçirecek tek bir koku. Bir daha göremeyeceğini bilmek daha fazla yaralarken, 13 yılı o şefkatle geçirdiğini bilmek avutabiliyor. İnsan o kadar aciz ki her şeyden, o kadar yetersiz ki bazen. Yağmur damlaları bardaktan boşanırcasına yağmıyor artık, kifayetsiz kalan kelimeleri dökeceğim bütün sayfalar ıpıslak. Sayfalarım dalga dalga ıslanıp kurumaktan. Sayfalar ağır, sayfalar tonla. Giderken hoşçakal diyemedim; fakat bir gün gelecek umuduyla elim hep havada. Bekliyorum. Usanmadan, bıkmadan, umudumu yitirmeden. Sarılıyorum o unuttuğum silüete. Bir gün kulaklarımın pasının silineceğini ümit ediyorum, tek bir hatırası bile kalmayan o sesin sahibini sevgi dolu sabahları beklediğim gibi bekliyorum.


20 Mart 2016 Pazar

Meçhuliyetler Mezarlığı

Nasıl başlanır, ne denir bilmiyorum. Başlasa çorap söküğü gibi gelecek biliyorum; fakat başlatamıyorum. Bütün sözler birbirine kenetlenip düğüm oluyor boğazımda. Sesimi çıkaramadığım her an ellerimin uyuştuğunu hissediyorum. Yazamayız dercesine uyuşuyorlar. Beynimi uyuşturamıyorum, düşündükçe karanlığa itilmekten bir türlü kurtulamıyorum. Kardeşlerim, arkadaşlarım, öğretmenlerim, en önemlisi insanlarım ölüyor ve elim kolum bağlı gibi. Uçurtmayı vuruyorlar, uçurtmayı yakıyorlar, ipinden tutup taşın altına koyuyorlar. Uçurtma çaresiz, uçurtma feryat figan.. Felaketler dünyasında yaşıyoruz. Bugün yüzümüze gülenlerin yarın eli yüzü kan içinde. Yarınımızı düşünemiyoruz, bugünün nasıl biteceği bile meçhulken. Faili meçhul (!) cinayetlere kurban gidecek gibiyiz. Gidiyoruz. Elimizi versek kolumuzu değil, canımızı kaptırıyoruz. Büyüyemiyoruz örneğin, hayallerimizdeki evi alamadan, hayalimizdeki bölümü okuyamadan, aldığımız nefesi veremeden ölüyoruz. Öldürülüyoruz. Bizim failimiz hep meçhul. Meçhuliyetlerde yaşayıp meçhuliyetlere gömülüyoruz. Toprağın altında sadece bir beden. Neden? Neden büyüyemeden, neden henüz uçurtmalar uçuramadan ölüyoruz? Okulumuzun sıralarına isimlerimizi kazıyamadan, birine seni seviyorum diyemeden.
O kadar kalıyor ki hevesimiz kursağımızda, bu yüzdendir bütün gözü tokluğumuz. Heveslenmeye korkuşumuz, hayallerden kaçışımız. Boya kalemleriyle maviye boyadığımız gökyüzüne bile gerçekten gökyüzü mavi kalacak mı diye tereddütle yaklaşıyoruz. Yeşilliklerle boyadığımız yeryüzünün yarın kan gölüne dönmeyeceğini bilemiyoruz. Oyun yaşımızdayken, sokaklarda dizimizi kanatmamız gerekirken camın arkasından dönen oyunları izliyoruz. Birilerinin bizim yerimize düşündüğünü zannediyoruz, evimize bombalar düşerken. Kaçarken ardımıza bile bakamıyoruz, gökyüzünün maviliğinden, yerin yeşilliğinden ümidi kesercesine siyaha hapsoluyoruz. Renk cümbüşünün içinde gülerken akması gereken gözyaşını siyahın zindanlarında döküyoruz..

Büyük ve Özgür Olmak

Büyük olmak nedir? Büyümek özgürleştirir mi? Çocukken dünyevi ve ruhani buhranların olmadığı, kötülüklerle saklambaç oynayıp her seferinde k...