23 Mart 2016 Çarşamba

Silüet

Paslı anahtarları olan, tozlanmaya yüz tutmuş bir dertler silsilesi. İçe atılmaktan, saklanmaktan gün yüzüne çıkmaya korkan utangaç sıkılganlıklar. Bütün maskeli balolarda taktığı 'mutluluk maskesi' yüzüne cuk oturan bir yalnız. Sahteliklerden sıkılmışlığım en gerçek hissiyatım. Arasam da bulamadığım çok eski bir sıcaklık. Gelmeyeceğini bildiğim halde her yeni sabaha daha çok umutlanarak bakar haldeyim. Rüzgarların getireceği o özel kokuyu özler gibi.. Kelimelerin dökülemeyecek kadar kifayetsiz kalışı var anlatmak istediklerimde. Dökülüyor, bazen gözyaşıyla bazen de acıya gülerek. Gördüğüm her yüzde bir kadının yüzünü arıyorum. Silüetini arıyorum o soyutlanmış ve somutlanamayacak kadar güzel şefkatin. Güneşten daha sıcak, uzaydan büyük dediğimiz o tarifi namümkün sevgiyle uyanılan, eksik olmayan sabahlar. Uzaydan büyük sevginin boşluğu o uzay boşluğundan da milyonlarca kat fazla.
Kuyunun dibine bakarken ayağım kaymışçasına çakılıyorum yere. Eksikliğimi her şeyi fazla yaşayarak yok etmeye çalışsam da yok, öyle bir boşluk ki.. Memleket sıcaklığını özlüyorum sanki gurbette. Hoşçakal diye el sallayamadığım, görüşürüz deyip sarılamadığım bir veda. Çocukken dizimi kanattığımda ertesi güne kalmaz kabuk bağlardı, anlıyorum ki eksikliğin açtığı o yara yıllar geçse de taptaze. Tek kelime değdiği zaman dahi sızlayan, gözyaşımın tuzuyla canımı yakan bir yara. Kaybetmek değil, kaybetmemek ama bir daha da bulamamak. Yarınlara sevgi dolu değil, eksikliğin fazlalılığıyla uyanmak. Yüreğimde hissetmekte zorlandığım sıcaklık bir yana, unuttuğum bir yüz, duysam kulaklarımın pası silinecek bir ses, içime çeksem o yarayı geçirecek tek bir koku. Bir daha göremeyeceğini bilmek daha fazla yaralarken, 13 yılı o şefkatle geçirdiğini bilmek avutabiliyor. İnsan o kadar aciz ki her şeyden, o kadar yetersiz ki bazen. Yağmur damlaları bardaktan boşanırcasına yağmıyor artık, kifayetsiz kalan kelimeleri dökeceğim bütün sayfalar ıpıslak. Sayfalarım dalga dalga ıslanıp kurumaktan. Sayfalar ağır, sayfalar tonla. Giderken hoşçakal diyemedim; fakat bir gün gelecek umuduyla elim hep havada. Bekliyorum. Usanmadan, bıkmadan, umudumu yitirmeden. Sarılıyorum o unuttuğum silüete. Bir gün kulaklarımın pasının silineceğini ümit ediyorum, tek bir hatırası bile kalmayan o sesin sahibini sevgi dolu sabahları beklediğim gibi bekliyorum.


20 Mart 2016 Pazar

Meçhuliyetler Mezarlığı

Nasıl başlanır, ne denir bilmiyorum. Başlasa çorap söküğü gibi gelecek biliyorum; fakat başlatamıyorum. Bütün sözler birbirine kenetlenip düğüm oluyor boğazımda. Sesimi çıkaramadığım her an ellerimin uyuştuğunu hissediyorum. Yazamayız dercesine uyuşuyorlar. Beynimi uyuşturamıyorum, düşündükçe karanlığa itilmekten bir türlü kurtulamıyorum. Kardeşlerim, arkadaşlarım, öğretmenlerim, en önemlisi insanlarım ölüyor ve elim kolum bağlı gibi. Uçurtmayı vuruyorlar, uçurtmayı yakıyorlar, ipinden tutup taşın altına koyuyorlar. Uçurtma çaresiz, uçurtma feryat figan.. Felaketler dünyasında yaşıyoruz. Bugün yüzümüze gülenlerin yarın eli yüzü kan içinde. Yarınımızı düşünemiyoruz, bugünün nasıl biteceği bile meçhulken. Faili meçhul (!) cinayetlere kurban gidecek gibiyiz. Gidiyoruz. Elimizi versek kolumuzu değil, canımızı kaptırıyoruz. Büyüyemiyoruz örneğin, hayallerimizdeki evi alamadan, hayalimizdeki bölümü okuyamadan, aldığımız nefesi veremeden ölüyoruz. Öldürülüyoruz. Bizim failimiz hep meçhul. Meçhuliyetlerde yaşayıp meçhuliyetlere gömülüyoruz. Toprağın altında sadece bir beden. Neden? Neden büyüyemeden, neden henüz uçurtmalar uçuramadan ölüyoruz? Okulumuzun sıralarına isimlerimizi kazıyamadan, birine seni seviyorum diyemeden.
O kadar kalıyor ki hevesimiz kursağımızda, bu yüzdendir bütün gözü tokluğumuz. Heveslenmeye korkuşumuz, hayallerden kaçışımız. Boya kalemleriyle maviye boyadığımız gökyüzüne bile gerçekten gökyüzü mavi kalacak mı diye tereddütle yaklaşıyoruz. Yeşilliklerle boyadığımız yeryüzünün yarın kan gölüne dönmeyeceğini bilemiyoruz. Oyun yaşımızdayken, sokaklarda dizimizi kanatmamız gerekirken camın arkasından dönen oyunları izliyoruz. Birilerinin bizim yerimize düşündüğünü zannediyoruz, evimize bombalar düşerken. Kaçarken ardımıza bile bakamıyoruz, gökyüzünün maviliğinden, yerin yeşilliğinden ümidi kesercesine siyaha hapsoluyoruz. Renk cümbüşünün içinde gülerken akması gereken gözyaşını siyahın zindanlarında döküyoruz..

Büyük ve Özgür Olmak

Büyük olmak nedir? Büyümek özgürleştirir mi? Çocukken dünyevi ve ruhani buhranların olmadığı, kötülüklerle saklambaç oynayıp her seferinde k...