2 Ocak 2024 Salı

Büyük ve Özgür Olmak

Büyük olmak nedir? Büyümek özgürleştirir mi? Çocukken dünyevi ve ruhani buhranların olmadığı, kötülüklerle saklambaç oynayıp her seferinde kazanacağına olan inancın en az dünyanın iyi bir yer olduğuna dair inanç kadar ağır olduğu bilinçle kurulan büyüme hayalleri gerçekleştiğinde bu hayalinin gerçekleştiğine sevinen var mıdır?  Sanmam.
Hatırlarım, her defasında büyümek isterdim bir alt mahalleye inmek için izin alamadığım oyun saatlerinde. Hep ileri koşmak isterdim, büyüme, daha çok büyümek ve daha çok... Çocukluk beni tutmak istese himayesinde, ben yine kafamı ileri çevirir ve oraya gitmek için zorlardım mecburi bağlı olduğum iplerimi. "Bu geminin kaptanı ben olacağım!" hissi sarardı bedenimi ve çocuk aklımı. Halbuki daha önce hiç koca bir denizde alabora olmamıştı hayallerim ve ben daha önce hiç kıyıdan ilerisini görmemiştim. Kıyıdan ilerlemek de şimdi gördüğümüz o ufuk çizgisine benzerdi çocuk aklımda ve hayal gücümde. Derdim ki "Bu çizginin ardını büyüdüğümde özgürce göreceğim.". Gördüm. Hayal kurmak kadar kolay değilmiş dümende olmak ve havanın hep günlük güneşlik olması. Öğrendim. Gerçekleştiğinde özgürleşeceğim sandığım hayallerim hep ileride kalmaya alışmış olmalılar ki ben ne kadar büyüdüysem onlar da bir o kadar ilerledi. Yakalayamadım.
Geçmişe takılı kalmakta geleceğe adım atmanın aynı anda olamayacağıymış meğer büyümenin bilinci. Oysa ne kadar büyülü, ne kadar muhteşemdi okul üniformalarının içinden gökyüzüne bakmak ve istemek. Sahi şimdi anlıyorum büyümenin ben o hayallere daldığımda beni korkutan ses tonundaki gibi matah bir şey olmadığını. Çocukken ufacık ellerinde ufacık hayatını ve hayallerini tutmak kolaymış. Ellerim büyüdükçe peşinden yalınayak koştuğum hayallerimin iplerini tutmak da zorlaştı. Tek başıma kurduğum hayal dünyasında özgürdüm oysa. Özerktim, bağımsız ve bir o kadar da asi. Dünyanın insana boyun eğmediğini öğrendiğimde inandığım her şeyi tek tek sorguladım. Güvensizdim.
"Büyüklerin dünyası" olduğunu öğrenmeden önce bu dünyanın sanırdım ki büyük olmak özgürlüktür. Tüm dünya, hayallerin, isteklerin ve sevdiklerin hep senin kontrolünde, büyüksün ya! O iş öyle değilmiş. Yediğin tokatların birçoğu senin dışında gelişenlerin acısını taşırmış sıcaklığında. Bir gün gelip de ne istediğine karar verinceye dek o hayat senin hayatın değil, savruluşunmuş aynı zamanda. Savruldum. Tökezledim. Ayağa kalktım. İki elimle kendimi tutup kaldırdım. Kısıldım. 
Küçük olmak özgürleştirir.. 

25 Nisan 2020 Cumartesi

Oyun

Bir çocuğun elinden en fazla oyuncağını alırsanız ağlar diye bilirdim. O çocuğun istediği dondurmayı almayarak, sokakta oynarken düşüp dizlerini kanatmasına izin vermeyerek üzersiniz en çok derdim. Çünkü bilmezdim bir gün bunların dışında bir sebepten ağlayacak ve üzülecek bir çocuk olduğunu. Bilmezdim bir çocuğun canının da büyük bedenlerin içindeki can kadar yanabileceğini. Düşünmezdim. Üzerine senaryolar yazıp yazıp zihnimde canlandırmazdım. Tek derdi kapının önünde oyun oynamak için haftasonunun gelmesi olan bir çocuktum. Sarı saçlarına anneciğinin hangi tokayı takmasını istediğine karar veremeyen bir kız çocuğuydum. Ta ki gitmek mi, kalmak mı sorusunun cevabına karar vermem gerekene kadar. Ağlayıp içindeki her acıyı dökmek mi, içindekinin içinde kalmasına izin verip tüm dünyaya güç gösterisi sergilemek mi sorusunun cevabına karar vermem gerekene kadar.
Her şey başladığında küçük çocuk oyunun ne olduğunu anlamamıştı. Tek bildiği oyun her çocuğun bildiği cinsten olanlardı çünkü. Oyunun başlamasında bir sebep olamazdı ona göre. Her şey toz pembeydi, istop oynarken bile siyah deyip topu fırlatmazdı küçük çocuklar. Oyunların sonunda kaybedilen şey en fazla bir dondurma olurdu, bir insan değil. Çünkü çocuklar ölümü bilmezdi. Çünkü çocuklar henüz oyunları güven ve sevginin üzerine bahse girerek oynamayı öğrenmemişlerdi. 
Oyunun başında bir kayıp vererek oyuna istemeden dahil olan küçük çocuklar, kuralını bilmediği oyunun başrolü olmak zorunda kaldı. Onların dünyasında kandırmak en fazla saklambaç oynarken arkadaşıyla kıyafetini değiştirmekti çünkü. Bilemezlerdi sesleriyle çınlayan sokaklarına bir gün sessizliğin hakim olacağını. Hele bir tanesi vardı ki; o sessizliğin içinden tekerleri dönen yeşil renk bir araba evinin önüne gelene kadar hiç bilmezdi kayıp nedir, ölüm nedir. O güne dek bildiği tek yeşil bahar gelince tırmanıp erik topladığı ağacın yeşiliydi. Böylesine kasvetli, böylesine hüznü çağrıştıran bir yeşili ilk defa görüyordu, bir daha unutmamak üzere beynine kazınıyordu. 
İşte çocukları en fazla böyle üzebileceklerini öğrendim. İşte bir çocuğunun canının elinin yumruğu kadar değil, elinden alınanın kalbindeki yeri kadar yanabildiğini böyle öğrendim. Bir çocuğun aslında elinin parmakları kadar bile yanında olan kişi sayısının olmadığını öğrendim o ilk kaybı verdiğinde. 
Şimdi çocuk doğup büyüdüğü evde sadece çocukluğunu bırakarak geldiği kendi dünyasından sadece kelimelere dökmekle yetiniyor kaybını. Şimdi o çocuk gözlerini ebediyete kadar kapatana dek unutamayacağı yeşili gözünün önüne getirerek küçük dünyasını o evde bırakıp yeni dünyasına çocukluğunu düşünerek tutunmaya çalışıyor. En sonunda oyunların bir sebebinin, bir stratejisinin ve büyük kayıplarının olduğunu öğrenerek en büyük oyununa bile bile lades demeye başladı. Çocuk, çocukluğun yaşla değil, yaşadıklarıyla elinden gidebileceğini öğrenerek büyük bedeninin içinde kendini yaşatmak için veriyor en büyük savaşını. 

24 Mayıs 2019 Cuma

Film

Film bitti.
Herkes payına düşen kadarını, kimisi daha fazlasını alarak yoluna koyuldu ve gitti. Kimisi figüran olmayı kendine yediremedi ve sadece bekledi başrol olmayı. Bazıları önüne koyulan ekmeği ensesine vurup almasınlar diye montunun iç cebine sakladı, bir kuytu köşe bulup o günlük karın tokluğuna ulaştı. Kimisi buradaki işini bitirip bir diğerine olağan hızla koşmaya başladı. Biri rolünü beğenmedi, olduğundan farklı, ezik bir rol oynamayı gururuna yediremedi ve çekip gitti. Tüm bunlar olurken sadece bir tanesi durdu ve izledi. Sadece bir tanesi panoramik bir açıdan olup biteni görebilirdi. O kimdi? Bu kadar telaşlı, heyecanlı, karın tokluğu için yaşayan, elindekiyle yetinmeyen, gururu kendisini bile ezip geçerken oturup izleyen varken sesini çıkarmadan ve kim olduğunu kimlerden olduğunu asla bilinmeyen o sessiz gölge kimindi? 
Hayat denilen bu 'şey' uzun yıllarca çekilen; fakat hiçbir sahnesinin tekrarının çekilmesinin mümkün olmadığı bir filmdir. Sinema salonlarında seyri yapılamaz, tek gösterimliktir ve bazen sadece 1 gün sürerken bazen 100 yılı bile bulur filmin izlenmesi. İnsanın son anında, ölümle burun buruna geldiğinde aldığı nefestedir hayat denen film. Onun başarısını desteklemeyen sevdiklerinden kaçtığında gözlerini sıkıca kapattığında oynar sadece. Durduramazsın, donduramazsın ve hiçbir zaman müdahale edemezsin. Bu filmi diğerlerinden ayıran ise, tek bir başrol olmasıdır. Herkes kendi hayatında başrolü oynar; bütün sahnelerde sabit durur ve yanındakiler sürekli değişir.. Figüranlar sınırsızdır. 
Hayat denen bu filmin yönetmeni, yazarı ve başrolü ise işte o uzaktan sadece figüranları izleyen; kim olduğunu, kimlerden olduğunu kimsenin bilemediği sessiz ve hareketsiz silüetin sahibidir. 

17 Şubat 2019 Pazar

Katil

Aşk yok olmak değil, varken yok olmasından korkmakmış. Her ne kadar dense de aşk soyut bir kavramdır, bir histir diye; ellerinin arasında bir elin varlığını hissetmek aşkın somutluğuna en büyük örnek. İnsan bazen kaybettiğini düşünür bu dünyada varolan ve sahip olabileceği her şeyi. Bir anda tepeden en dibe çökmenin verdiği o inanılması güç acıyla birlikte en büyük katili aşk oluverir kişinin; o zaman aşk soyut bir kavram değil, kalpten kalbe yol değil, vücudunu titreten ve hislerini doruğa çıkaran o görülemeyen, duyulamayan soyut oluşum değil; aşk o zaman işte bir insandır. Aşk, aşık birinin katili olan insan; nesne değil, yüklem değil öznedir. Cümlelerinde öznesinin gizli tutanların hikayesinde aslında katilleridir aşk. Kiminin yeniden doğmasına sebebiyet verendir, kiminin en dibi gördüğünde başını kaldırmasına vesile olan güçtür; ve hatta kiminin annesidir aşk. Kimileri inanmaz aşka çünkü dokunmak, görmek, hissetmek, tatmak gerekir onlara göre bir şeye inanmak için. İroniktir ki, bazıları için de ömür boyu yürünen yolların yürünmesindeki tek sebeptir. Aramaktır bazen. Arayıp bulamamak veyahut aramadığında bulmak. Sahip olmaktır. Aşka sahip olmakla birlikte önüne serilen bütün güçlerin ve bütün hislerin sahibi olmaktır. İki insan arasındaki en özel paylaşımdır. Dokunmak, görmek istemek, hissetmek. Bu yüzden yok olmak değil, varken yok olmasından korkmaktır. Bulmuşken yitirmemek için canını dişine takarcasına savaşmak ve galip gelmektir. Yitirdiklerini tekrar bulabilme ve kazanabilme ümididir. Eve gitme ve evde olma hissidir aşk. Evinin yolunu kaybedenlerinse kalemindedir..

12 Aralık 2018 Çarşamba

Gözü Kapalı Yaşamak

Gözüm kapalı hala, hala içimde çocuksu bir umut ve inanamama. Hala her döndüğüm sokakta yüzünü göreceğime, çalan telefonun ekranında adını göreceğime kendimi inandırarak devam ediyorum yaşamaya. Yoksulluk ve yoksunluk denen iki 'şey' asla parayla pulla olacak işler değil. Ne kadar eksildiysen bu hayatta bir şeylerden, işte o kadar yoksunsun: ne kadar koptularsa senden çocukluğunun en özel anları, işte o kadar yoksulsun. İnanamamak bazen kabullendiğin bir durumun sana verdiği o zararı engellemeye çalışmanın bir kaçışı işte. Aslında biliyorsun, kabullendin senden kopanları ve koparılanları; ama kopmamışlar gibi devam ediyorsun yaşama bir an bile tutunabilmek adına. Önce her zaman yüzü gider hafızadan, gözlerini sımsıkı kapatırsın hadi gel gözümün önüne yüzünü bir saniye bile olsa tekrar hatırlayayım ki bu bana bir süre daha yetsin diye. Sonraları ve bir de en acısı sesini unutmak.. Kulağına fısıldanan ilk kelimeyi duyduğun ses tonu, her halini bildiğin ve duyduğun sesi bir gün belki bir kayıttan da olsa çıkar duyarım umuduna kendin bağlayarak unutmak. Dışarıdan gören herkes çok güçlü olduğunu söyler, hatta bu cümlelerin kurulduğu çoğu anda sen tükenmişliğin dibinde olduğunu içten içe düşünürken. Attığın her kahkahanın altında yatan bir gözyaşı var. Atlatamadıkların, inanamadıkların, 'bu nasıl olur' dediklerin, yalnızlığın, çaresizliğin ve en fenası da kimsesizliğin. Öyle bir an ki; yüzüne öyle bir anda vurur ki yalnızlığını ve kimsesizliğini hayat; o zaman tutunduğun umuda sarılmaya bile mecalin kalmaz. Gözüm hala kapalı bunları yazarken. Gözümü açarsam tutunduğum son umudum da benden kopacak biliyorum. Gözüm kapalı yaşıyorum bu hayatı; tecrübelilikten değil, korkudan. Gözüm kapalı yaşadığım bu hayatta elimi tutan son umudumu da yitireceğim gözlerimi açtığımda. Şerefine kadeh kaldırdığım ilk arkadaşım, arkasından el salladığım ilk sırdaşım, kokusunu eski kazaklarından alarak yetindiğim ilk baharım, kabullendim; ama hala inanamıyorum. Biliyorum inanmalı ve korkularımla acılarımın üzerine basa basa yükselmeliyim her gün daha fazla. Şerefine arkadaşım, şerefine toprakta açan çiçeğin en güzel kökü, şerefine bir kanser hücresiyle savaşmanın en etkili yolunun gülmek, daha çok gülmek olduğunu ve dökülen saçlarının tel tel çıkmasına her sabah aynanın karşısına geçip çocuk gibi sevinmenin bu hayatın anlamı olduğunu bana öğreten öğretmenim.. Gözümü açacağım gün sen gibi olacağım. Sana benzediğim gün umuda tutunmak yerine umut olacağım..

19 Ağustos 2018 Pazar

Anahtar Kapının Üstünde

Kolay mıdır öyle kolayca kapıyı çekip çıkabilmek? Sanki kapının ardında bedenin hariç her şeyin kalır gibi bir yer terk ettiğinde. İnsan bir yeri terk etmeden önce kendini terk eder esasen. Kısaca yollarda taşların arasından topladığı kırıntıları bırakıp çapıp çıkmak işte kapıyı. Nasıl yapacaksın ki? Yıllarca her akşam gelmişsin o eve, bakmışsın bir iki fotoğrafa, belki bu dünyadan göçmüş birinin silüetiyle rakı içip iki kelam etmişsin sofrada. Anahtarı başkasına vermektense kapının üstünde bırakıp gitmeyi tercih etmişsin, terk etmiş ama aslında edememişsin. Kararlı kararsız adımlar atıyorsun ilk defa o evin yolunda. Elinde o çerçeve, yanında o silüet yürüyor. Zaten kaybetmişsin kaybedeceğin kadar. Bir gün o eve dönmek isteyeceksin; fakat anahtar kapının üstünde. Evin içinde kalmış güvendiğin ve sevdiğin her şey. O kadar da kolay değilmiş kapıyı çarpıp çıkmak. Akşam yine oraya döneceksin unutup. Alışmaya çalışma süreci bir de. Sonra bir gün gide gele yine yollarda taşların arasından bir şeyler toplamaya başlayacaksın. Kaç hayat daha yaşayacaksın kim bilir? Bir gün yeni bir anahtarın olacak..

12 Mart 2018 Pazartesi

Hırsızlar

Dört duvar arasında itilip kakılmış, saçları 3 numaraya vurulmuş kimsesiz küçük bir çocuk. Sıkışıp kalmış  koskoca gökyüzüyle koskoca yeryüzünün arasında bir yerlerde. Küçümecikken kesilmiş tüm umutları, bir balonu bile uçurmak istemeyecek kadar büyümüş yer-gök arasında bir kaldırım kenarında. Şimdiden dolanmış ağzına 'ölüm, toprak, gözyaşı' ve daha niceleri... Küçücük elleriyle kime ne yapmıştı da böyle bir hayat ona layık görülmüştü ? Çocukluğunu sormadan alıp çekip gidenler kaldırımın kenarında bırakmıştı miniği. Kimse dönüp bakmadı ardına, adımlarının ardındaki tozda boğuldu çocukluğu götürülen küçüğün sadece nefes alabildiği, bir lokma ekmeğin geçmediği boğazı. Uçan kuşlarla haber yollardı aklınca yalnızca ağızlara pelesenk olmuş 'tanrı'ya; onu da görsün diye. Oysa o daha doğduğu anda ondan almıştı tanrıların tanrısı(!) sahip olduğu ve olabileceği her şeyi!
  Küçük hep küçük kalacaktı ne de olsa. Büyüyecek olan tek şey sorgusu, suali ve öfkesiydi. Nedendi bunca adaletsizlik ? Bir çocuğun elinden hayallerini almak onu dipsiz bir kuyuya atıp orda saklambaç oynamasını söylemek ve saymayı asla bitirmemektir. Çocuk sayım bitmeden çıkmaz saklandığı yerden. Çocuk, çocuktur çünkü. Küçüktür, küçücük minicik elleriyle gözlerini kapattığında görülmediğini bile zanneder ÇOCUK.
   Yıllar geçer de üstünden bir gün kaldırımın kenarından ayağa dikilirse çocuk ve gücünü hissederse bütün eklemlerinde ve iliklerinde, o gün bütün hırsızlar geri gelir kaldırımın kenarında çocuğun karşısına çıkarlar bütün çirkinliğiyle, bütün utanmazlığıyla gülüverirler çocuğun yüzüne. Doğduğu anda canı hariç her şeyini, çocukluğunu, hayal gücünü, süt dişlerini bile çalanlar gün gelir dolanırlar etrafında soydukları hayatın. Kimseye kötülük yapmamış minicik eller gün gelir tüm hırsızların bir gün boğazını sıkarken olağan gücüyle kullanılır. Hiçbir hırsız hesap edemez birinden çaldıklarının mağduru nasıl güçlendireceğini. Her hırsız giderken bir şeyler götürdüğünü zannederken çok şeyi verir aslında. Kiminin çocukluğunu, kiminin annesini, kiminin de babasını, hayallerini, bir balonu uçurma isteğini çalar giderler onlar. Herkesin inandığı o tanrıların tanrısı(!) da küçücükken çocukluğunu çalıp gitmişti onun. İsyan nedendir diye sormaya kimsenin hakkı yoktu. İsyan mağduriyetin en büyük çığlığıydı!

Büyük ve Özgür Olmak

Büyük olmak nedir? Büyümek özgürleştirir mi? Çocukken dünyevi ve ruhani buhranların olmadığı, kötülüklerle saklambaç oynayıp her seferinde k...